4 Mart 2010 Perşembe

Çeşitli dini çelişkiler


Çeşitli dini çelişkiler

Edebiyatçı Allah


Allah, Kuran’ı bir edebi şaheser, tek ayeti bile taklit edilemeyecek, benzeri yazılamayacak kadar olağanüstü olarak yaratmış; öyle ki şairler onu okuyunca şiirlerini Kabe duvarlarından indirmişlerdir(?)(1) Yani, Kuran’ın bizatihi kendisi bir mucizedir.

Bu tezden çıkan sonuç, Allahın, kendini ve dinini insanlara (Aslında Kureyş kabilesi ve komşu kabilelere) kabul ettirmek için mucizevi kelimeler, cümleler içeren bir kitap indirme karar ve tatbikatıdır.

Arapların, Kuran’ın indirildiği dönemde, salt bu mucizesi sayesinde Müslüman olduklarını ve Kuran’ın her alanda kendilerine yol gösterici olduğunu varsayalım (Sözkonusu dönem, her ne kadar mitleştirilse de, anlatıldığı/yazıldığı gibi asrı saadet olmadığı bizzat Kuran’dan, açıkça veya satır aralarından öğrenilebilir!). Ancak peygamberlerinin ölümünden hemen ardından Müslümanlar birbirlerini boğazlamışlar, yönetimde Kuran’a (daha doğrusu bugün vaz edilen İslam’a) açıkça aykırı uygulamalar gerçekleştirmişler, sayısız hadis ve masal uydurmuşlar,koca koca alimler bunları yutmuşlar, enteresan mezhepler türemiş…

Hülasa, Kuran (ve de peygamberi ve dahi eşleri ve sahabe), öyle çokça yazıldığı gibi aşkın bir sistem ortaya koyamamıştır (Ama, İslam’ın, Arap fetihlerinde, kıyımlarında itici güç olduğu aşikardır; ve tabii yeni coğrafyalarda, yeni halklarla karşılaşıp yeni sentezlerle, bir dönem yüksek bir medeniyet inşa ettiği de…).

Ne derece bir şaheser olduğu hakkında yorum yapamam; çünkü ne Arapça’yı ve ne o dönem Arapça’sını biliyorum. Ancak, soru sorabilirim:

Allah, Kuran’ı mucizevi sözlerle yazmış ve o sayede insanlar (Araplar) Müslüman olmuş! Tamam da (Gerçi tam olarak tamam değil; zira Hıristiyan Araplar da olmuş ve hala varlar!), yukarıdaki olgular, elbette başka sayısız husus bir tarafa, Allah, yüzyıllar, binyıllar boyunca, tüm milletler tarafından anlaşılacak açıklıkta, net, insanları/Müslümanları birbirine düşürmeyecek bir kitap yazamaz mıydı?!

Elbette ki, insan/insanlar bütün çağlara hitap edebilecek bir kitap yazamazlar; çünkü bilgi kapasiteleri ve sosyolojik değişim buna engeldir. Ama yazar, Allah ise, edebiyata/Arap diline meraklı bir yaratıcı sıfatıyla, yine mucize niteliğini haiz, fakat kafa karıştıran ayetleri olmayan, çağlarüstü bir kitap indiremez miydi?!

Teknik olarak mümkün değil! Çünkü, toplum gibi dil de sürekli gelişen bir şeydir; Tanrının bir kitabı olamayacağı Tanrının yarattığı toplumsal, dilsel vs. gelişime aykırıdır!(2) İkincisi bir vakıa ise, ki öyledir, Tanrı yoktur!

(1) Kuran’daki hepiniz toplanın, benzer bir ayet/sure yazabilecek misiniz mealindeki ayetler ve şiirleri duvardan indirme iddiası ile Kuran ve Müslümanlar, Allahın sözleriyle insanın sözlerini yarıştırma garabetine düşegelmektedirler.

(2) Tanrı’nın, sosyolojik gelişmelerin (ve/veya fizik yasalarının) doğal sürecinde ilerlemesine izin verdiğini, bunu irade buyurduğunu ifade etmişti bir konuşmacı. Kutsal kitaplara göre, kimi peygamberlere yüzlerce yıllık ömürler verildiği bilinmese çarpıcı bir tez olabilirdi! (Bu ömür süreleri nereden, nasıl temayüz etmiştir; Sümer ve eski Hami-Sami (Babil, Asur, Akad…) masalları mıdır; yoksa Yahudi din adamlarının tarihlerini daha da eskiye götürebilmek uğruna ortaya attıkları bir yalan mıdır?)

Not1. M. Utkucu Kuran Okumaları kitabında, ilahi kitaplarda (özelde Kuran’da) belirsiz ifadeler ve birden çok anlamı olan kelimeler nedeniyle, Tanrı filolog mu, diye sorar! Ayet yorumlarına bakıldığında, cevap evet’tir!..

Not2. 7. yüzyıl Arapça’sı uzmanı bir Arap’ın Kuran’ı dil ve edebiyat açısından değerlendirişini dinlemek isterdim. Nesnel bir analiz yapacak dilbilimci bir Arap yok mudur? Vardır elbette. Ama hiç görünmez!

Not3. Birbirine yakın tarihlerde yazılmıştır Orhun abideleri ve Kuran. Bir dil bilimci olsaydım Türkçe’nin gelişimini, çeşitlenmesini Orhun abidelerinden itibaren ele alıp araştırmak isterdim. Arap olsaydım Kuran’ı dilbilimsel vs. olarak incelemek entelektüel bir çalısma olurdu. Diyecegim, 7. yüzyil Arapça’sinin yazılı oldugu bir metin elbette Araplar ve Arapologlarca degerlidir. Ama sadece o kadar!

KADER


Ortadoğu’da yaratılan Tanrı’nın/Tanrıların niteliği, bilmek üzerinedir. Her şeyi bilir. Geleceği de şüphesiz. Böyle olmasa Tanrılığı manasızlaşır… Aynı zamanda, yarattığı insandan hesap sorar. Bu da zorunludur; çünkü ondan kulluk beklemektedir… Böyle kurulmuş Tanrı tasavvurundan ve Tanrı-insan ilişkisi muvacehesinden, mecburen kader paradigması ortaya çıkar... İnananlar, binyıllardır, çözümsüz bir sorunu çözmeye çalışmıyorlar; daha da ötesi, olmayan, yaratılan, hayali bir sorunu çözmek uğruna boşuna uğraşıyorlar!

TİK'in (Tevrat, İncil, Kuran) TANRI TASAVVURLARI


Tevrat Hami/Sami-Yahudi, İncil Yahudi-Yunan ve Kuran Yahudi-Arap kültürünün ürünleri. Dolayısıyla üç dinin vaz ettiği Tanrı tasavvurları farklıdır. Tek tanrılı dinler tanımı doğrudur; ancak o tek, aynı anlamına gelmemektedir.

EVRİM TEORİSİ


Tanrı’ya ve/veya dinlere inanmayan pek çok insan, inanmama gerekçelerini, genelde yüzeysel olarak bildikleri Evrim Teorisi’ne bağlama çabasındadırlar. Ben şöyle düşünüyorum: Bir yaratıcı olsaydı, bunun TİK’in tanrıları olamayacağını söylemem için Evrim Teorisi'ne ihtiyacım yoktur; TİK yeterlidir! Eğer o teoriden medet ararsam, TİK’de bilgi/bilim, şifre/sır, hikmet olduğuna inanan dindarlar ile aynı kulvarda bulunuyorum demektir.

KURAN'IN MEYDAN OKUMASI:

Kuran, onun Allahtan geldiğine inanmayanlara, hepiniz toplanıp Kuran’daki bir sureye benzer bir sure (başka bir ayette ise ayet) getirin; yazamazsınız, diyerek meydan okuyor… Valla ben yazamam; çünkü aklıma, dilime, üslubuma, dünya ve evren bilgime, ahlakıma aykırı bir iş yapmış olurum öyle bir şey denemekle!.. Şu da var ki, her kitap bölümü, paragrafı ve şiirlerbiriciktir; taklidi mümkün değildir. En iptidai cümleler içerse de! Ayrıca, neye göre taklit, benzerlik?! Dil, bir cisim değil ki!..

SENARYOLAR ve KUTSAL KİTAPLAR


Bütün diğer özellikleri mükemmel, ancak senaryosu sorunlu bir film ödül alamaz (Tom Hanks’in başrolünü oynadığı Green Road/Yeşil Yol filmi, senaryosundaki hata yüzünden Oscar’ı kaçırmıştı.)... Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına ve kutsal addedilen diğer metinlerine bir de senaryo telakkisiyle bakalım: Takriben MÖ 600-MS 600’lü yıllara ait olan metinler, o dönemlerde çok az sayıdaki okuma-yazma bilenlerinin marifetidir! Sözlerin, sözel kültür ürünlerinin (efsane, masal vs.) ve yaşanmış olayların ve/veya hayali insanların ve olayların bir araya getirilmesi, kurgulanması neticesinde ortaya çıkmışlardır… Yazarların nitelikleri ve yazdıklarını denetleyecek, sorgulayacak insanların bulunmaması, keza metinlerin kaleme alınmasının yıllar, onyıllar, hatta bazıları için yüzyıllar boyunca sürmesi yüzündensenaristlerin değişmesi ve dahi metinlere siyasi müdahaleler yapılması neticesinde, ancakiçler acısı senaryoları haiz kutsal metinler ortaya çıkabilmiştir… Bunların, bugün değil senaryo ödülü alabilmesi, yarışmaya alınmaları bile sözkonusu olamaz!
Not. Bugünkü bilgimizle ve bakış açımızla kötü dediğimiz metinleri, sonra gelenlerden kimileri iyice karıştırmış, kimileri toparlamaya çalışmış. Doğrusu, bugün de aynısı yapılmaktadır. Fark, tahrifatın metin üzerinde değil yorumda yapılmasıdır!

AKIL, DUYGULAR, ALGILAR ve DİNLER


İnsanı diğer hayvanlardan ayıran temel özelliğinin, baş parmağını kullanabilmesi, bu sayede alet yapabilmesi ve (belki bağlı olarak) konuşma becerisi geliştirmesi olduğunu savunur kimi bilimciler… İnsanlık, binlerce yıldır, sürekli beyin kapasitesini de geliştiriyor, organize oluyor, sosyal-ekonomik evrimler yaşıyor, uzaya çıkıyor… Fakat değişmeyen şey; insanların pek çok karakter özelliğinin tarım toplumları insanlarından çok farklı olmaması (Sevgi, öfke, kıskançlık, merhamet, intikam…). Ve yine, yeri ve göğü, eski dünya insanlarından farklı algılamıyor (Dünya düz, durağan; güneş, ay, bulutlar üstümüzde dönüyorlar.). Ortadoğu (ve belki Uzakdoğu) dinlerine hala inanılıyor olmasının en önemli nedeni bu ikisi olmalı!

GÖKLER ve EVREN


Muhammed ve Kuran yazarları ve onu derleyenler, elbette kainatı/evreni bilmiyorlardı. Bildikleri sadece göktü/göklerdi. İyi ama, yorumlarda (hatta bazı meallerde) neden kainat/evren sözleri geçiyor?!
Ortadoğu tanrısının/tanrılarının tasavvuru, kutsal kitaplarında değil tabii, ama ilahiyatlarında son birkaç yüzyıldır, dünyanın küre olduğunun, uzay boşluğunda güneşin etrafında döndüğünün ve evrenin keşfiyle yeni bir form almıştır. Din adamlarının yeni dünya ve göklermodelinde neler hissettikleri, ne tepki verdikleri, teolojilerini nasıl yeniden yorumladıkları hususlarını merak ederim. Tanrının, tahayyül ettikleriyle kıyaslanmayacak derecede büyükolması karşısında kutsal kitaplarındaki ilkellik, küçük şeyler onları şaşırtmış mıdır, mesela?!

ESKİ-YENİ AHİTLER ve MÜSLÜMANLAR


Müslümanların kahir ekseriyeti, kısaca, İncil değiştirilmiştir, okumaya değer değildir diye özetlenecek bir inanç/kabul/düstur ile hareket ettiklerinden, İncil’i okuyup tarihi perspektiften mülahaza etmekten ve İslam/Kuran ile karşılaştırmaktan, neticede, akıllarına gelecek pek çok sorudan (ve cevaplarından) mahrum olarak bir hayat sürüp giderler!) Mesela, Kuran, İncil’den bahseder, İsa’ya indirildiğini söyler. Müslümanlar bunu okurlar, okumasalar da bilirler; ancak, şu soruyu sormazlar: Kuran, o dönemde (MS 7. yüzyıl), çoktan oluşmuş, standart hale getirilmiş İncil’i, yani 4 gospeli ve diğer bölümlerini onaylıyor mu?! Aksini belirtmediğine göre..!.. İnsanlar/müslümanlar İncil okuyarak Hıristiyan olmazlar; başka saikler vardır. Bunu elbette "din patronları" da bilirler. Öyleyse, İncil dağıtılmasına neden şiddetle karşı çıkarlar? Acaba Müslümanların, İncil okurlarsa İslam/Kuran hakkında soru soracaklarından korktukları için mi?!
Not. Müslümanlar, "Tevrat/İncil değiştirilmiştir" hükmünü de irdemelidirler!

DÜŞEN UÇAKTA İMAN


Ucuz bir fıkra, düşmekte olan uçakta Ateist bulamazsınız, babındakilerdir. Bu durumda imana gelen biri, Ateist değildir, olamaz! Ayrıca, dini açıdan da böyle bir iman kabul edilmez herhalde?!.. Kıyaslamalı olarak baktığımızda da mantıksızdır. Örneğin, ölmekte olan bir Ateistin, son nefesini iman ederek verdiğine dair bir tanıklık mevcut mudur? Palavrahikayeler çoktur; onları hariç tutuyorum!.. Yukarıdaki fıkrayı uyduranlar ve fıkranın ötesinde gerçek olduğuna inananlar; zevklere düşkün, dinle-imanla pek ilgisi olmayan, ama ölüm ve sonrası için korkan ve fakat bunu esprili bir yolla dışa vuran, ve nihayet hayat felsefeleri kendilerininki gibi olmayan, sadece dine uzaklıklarıyla kendilerine benzeyen Ateistlerin (keza Agnostiklerin, dinsizlerin vb.), ölüm ve sonrası için kendileri gibi korktuklarını ve düşündüklerini sananlardır!

KURAN'ı DİNLEMEK ve EZBERLEMEK


Kuran’ı, orijinalinden, Arap ya da değil, herkes için, dinlemenin çok etkileyici olduğu söylenir ve buna inanılır. Etkileyicilik söylemi, en basit ifadelerle, din bezirganları için propaganda, inananlar için avuntudur; gerçeklikle hiç alakası yoktur. Sözlerini anlamadan (hatta sözlerini büyük ölçüde anlayan Arapları da dahil edelim) Kuran’ı dinleyen Müslümanlar, acaba içlerinde huzur, coşku, merhamet, sevgi hissediyorlar mı? Hayır! Bu cevabı teyit için Müslümanları Kuran dinlerken beyinlerini okumaya gerek yoktur; yüzlerini, bakışlarını, vücut hareketlerini izlemek yeterlidir! Varsa, edebi değerinden ve (Kuran’ın yazılmasından yüzyıllar sonra geliştirilen) tilavetinden (belki) etkilenebilmesi için insanların Arap olması ya da bir Arap gibi Arapça bilmesi lazımdır.
Keza, İslam dünyasında yaygın içtihat, Kuran’ın (orijinalinin, Arapça’sının) ezberlenmesinin büyük sevap getirdiğidir. Bu gelenek nasıl oluştu, sözlü kültürün bir uzantısı mı bilmiyorum, ancak sadece ezberlenmesinin ve ezbere okunmasının yüceltilmesinin arkasında biraz da içeriğindeki noksanlıkları kapatmak saikinin yattığı kanaatindeyim.
Not. Müslümanların bu kadar önemsediği iki hususa Kuran’da hiç değinilmemesi… Değinilmemiştir, çünkü onu söyleyenlerin-yazanların-hazır layanların böyle bir derdi olmamıştır!

SEVMEK-KORKMAK


Alevi cemaat önderlerinin ve gelenekçi-cemaat yapıdan kopmuş Sünni Müslümanların klişe bir söylemidir, Allah’tan korkmuyorum, Allah’ı seviyorum! Bu söylem, en hafif deyimiyle, naiftir. Çünkü Kuran, korkutan sayısız ayetle doludur ve sevgiyi önceleyen ayetler pek azdır! (Sevgiyi öne çıkaranların anladıkları, ifade etkileri anlamda bir sevgi ise hiç yoktur!).
Korkutan ayetlerin sebebi ve muhtevası ile ilgili, onları yumuşatan yorumlar, tefsirlerdoyurucu değildir.
Allah, kendisine severek değil, korkarak kulluk eden insanlık istemektedir. Bu çok açıktır. O nedenle ayetleri zorlamaya gerek yoktur.
Müslüman misyonerler de korku anaforunu kullanırlar sürekli: Sen de öleceksin, o zaman göreceksin Allah’ın, ahiretin varlığını, cehennemi! Aslında bir çaresizliğin ifadesi bu. Öte yandan yüzeyselliğin…
Nereden bakılırsa bakılsın, Tanrı projesinin ve inananlarının derinlikleri bu kadardır.Projede sorun var!
Not1. Bir Kuran mealinin dizinine göre, Allah korkusuna dair 26, Allah sevgisine dair ise 9 ayet sayılmış. 1. ye ait ayetlerin hepsinde, açıkça, Allah’tan korkun ifadeleri yer almasına karşılık, 2. ye ilişkin ayetlerde, bir-ikisi hariç sevgiye dair bir kelime bulamadım!
Not2. İnsanlar ilahi addettikleri kitaplarda ve onları referans alan kitaplarda anlatılanlardan korkuyorlar. Oysa, dünyanın güneş sistemi ve evren içindeki yerini, onun hareketlerini, güneşteki reaksiyonları, evrendeki büyüklük ve mesafeleri düşünseler, asıl o zaman korkarlar!

KURAN: AHLAK ve HİDAYET KİTABI(?)


Kimi Müslümanlar Kuran’daki bilimsel ayet yorumlarına ve matematik açıklamalara (şifrelere) karşı çıkarlar. Kuran’ın bir hidayet, ahlak kitabı olduğunu söylerler. Öyle mi acaba? Kuran’da, savundukları tezi destekleyen, yani tutarlı, kapsamlı, ayrıntılı, ilkeleri olan bir ahlak öğretisini vaz eden ayetler manzumesi gösterebilirler mi? Sadece ahlaki değil, hiçbir alanda, yukarıda sözü edilen niteliklere sahip değildir Kuran. Neden? Çünkü böyle bir dertleri olmamıştır söyleyenlerinin ve yazanlarının?!

AVUNTULAR


Züğürt avuntularından ikisi; zihinsel engelli çocukların daha çok zengin çocukları olduğu ve haksız yere bir para veya mal elde edinenlerin başına bir şey geldiğinde, bunun Allahtan geldiği inançlarıdır. Bence hiç de böyle değildir; ikisi de yanılsamadır. Çünkü sözkonusu kişiler göz önündedir. Onlara gıpta edilmekte, onlar kıskanılmakta, onların paralarına ve mallarına tamah edilmektedir. Oysa; kimbilir, belki de, züğürtlerin çocukları arasında zihinsel engelliler daha fazladır ve keza başa gelen belalar daha çok züğürtlere isabet etmektedir!

MUHAMMED SÖZLERİNİ NEDEN YAZDIRMADI?


Bir sahih hadiste, Muhammed’in kendi sözlerinin yazılmasını istemediği, zira bunların Kuran ayetleri ile karıştırılmasından endişe ettiği söylenir.
Kuran’da, müşriklere ve ehli kitaba meydan okunarak, bir surenin/ayetin benzerini hepsi toplansa yazamayacağı vurgulanır.
Yukarıdaki iki veriden (İlkinin doğru olduğunu kabul ediyoruz!) şunları çıkarabiliriz:
- Sahabiler peygamberin (bir insanın) sözlerini Allahın sözlerinden ayırt edemeyecek kadar bilgisizdir!
- Peygamber de olsa, bir insanın sözleri Allahın sözlerine benzeyebilir! Kuran, ondaki ayetler, insan sözleriyle karıştırılmayacak kadar aşkın değildir!
- Muhammed, sözlerini kaydettirmeyerek yüzyıllar boyunca Müslümanların aldatılmasına yol açmış ve vizyonu bulunmadığını göstermiştir.
-Kuran ayetlerinin/surelerinin benzerlerinin insanlar tarafından yazılamayacağını sadece Allahtespit edebilir!
Çıkarımlar artırılabilir; fakat yukarıdakiler bile abestir. Çünkü önermelerin birincisi uydurmadır; zira, Allah’tan gelen sözleri kitap haline getirmeyi düşündüğü çok kuşkulu bir insanın, kendi sözleri için bunları söylemesi imkansızdır.

İLLÜZYON


Bir tür illüzyon/hipnoz yapılıyor din(ler) konusunda. Hiç olmamış olaylar ve/veya hiç yaşamamış insanlar gerçekmiş gibi, allanıp-pullanıp halklara sunuluyor.
Pek çok genç, yetişkin; dini, parça parça, bir bakıma nabza göre şerbet ile tarif edebileceğimiz yöntemle, sadece verilen ayetlerle (ve hadislerle) bilirler. Oysa o metinler bambaşka amaçlarla söylenmiştir. Bu amaçlar dar kapsamlıdır, basit ilişkilere dayanır, yereldir…
Ancak, öyle bir sunuluyor ki, küresel (hatta evrensel) ve zamanlarüstü sanılarak dinleniyor, iman ediliyor.
Sahtelik, yapaylık yüzyıllar boyunca, şekil değiştirerek, farklı isimlerle sürüp gidiyor. İyi niyetle veya değil, ahlaki olmayan bir işlem yürütülüyor; bir bakıma her insan çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapıyor, her alanda görüldüğü gibi.
Ayrıca, Allah’ın sözü-benim sözüm gibi bir ayrımı aklından geçirmediği, keza döneminin insanlarının da böyle bir meseleleri olmadığı açıktır!Dolayısıyla Muhammed, sözlerini neden yazdırmadı? sorusu yanlış bir sorudur!

TESLİS


Necmettin Erbakan, iki TV konuşmasında duydum, bir râhibin, tanrı kaçtır, suâline, üçtür, İsa, Meryem, Kutsal Ruh, yanıtını vereceğini söyledi. Bu sözleri duyunca Bir kez, bu konuda olmaz ya, hatâ yapılır; unutmuşsa, etrâfı hatırlatmaz mı, çekinirler mi, onlar da mı bilmez? Meryem’in de tanrı olduğunu ‘öğrenerek’ bir yaşımıza daha girdik! diye düşündüm.
Fakat, El Maide sûresinin 116. âyetini okuyunca (Hatırla ki, kıyâmet gününde Allah şöyle buyuracak: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin, diye insanlara sen mi söyledin?’…) Hoca’ya haksızlık ettiğimi anladım!
Kuran’da, … üçtür derler, ama… meâlinde âyet/âyetler de vardır, ancak bunların neler olduğunu açıklanmaz… 7. yy’da, artık oluşumunu tamamlanmış Hıristiyanlık hakkında muğlak, hattâ yanlış ifâdeler geçer Kuran’da.
Nihâyetinde, İslâm âlimlerinin ve Müslümanların kafaları karışmıştır ve karışmaktadır.
Not. Zamanın insanları/Arapları da teslisi anlayamamışlar (ki normaldir, çağdaş Hıristiyanlar bile anlamıyor) ve galiba heykeli olduğu için Meryem’i tanrı sanmışlar.

KİTAPLARDAN


-Tevrat’ta, MÖ 12. yüzyıldaki Dorlar (Deniz kavimleri) göçünü ve bunun Ortadoğu topraklarındaki etkilerini anlatan tek bir satır bulunmaz. Mısır’daki Amon tapınağı duvarlarında ise deniz adamlarının bu göçü, devletler yıkışları, Mısır ordusunun bunlarla yaptıkları savaşlar anlatılmıştır.
-Tevrat’ta verilen pek çok ad gibi Davud da bir lakaptı. Bulunan tabletlerde Davidumkelimesi geçer. Bu, komutan veya savaş şefi anlamına gelmektedir. Caesar[Sezar], Çar veya Kayser gibi bir unvanken sonradan ad haline dönüşmüştür.
-İsrail dini Babil sürgününe kadar çok geriydi. Yahudilerin o bölgede öğrendiklerinden biri de Mehdi inancıydı. Bu inanç eski İran dininde, Zerdüştçülükte bulunuyordu. İranlıların, Yahudiliğin son biçimini almasında büyük etkileri sözkonudur. (Musa ve Yahudilik, Hayrettin Örs)
-İsa Mesih’in ise gerçekten yaşayıp yaşamadığı, İncil’deki o sözleri söyleyip söylemediği bile belli değildir. Tersine tüm belgeler onun hiç var olmadığını ve tüm İsa Mesih öyküsünün Kilise Babaları ve Aziz Paul tarafından uydurulduğunu göstermektedir.
-İsa Mesih’in Tanrı’nın oğlu olduğu ve bakireden doğduğu iddiası ise Kilise Babaları’nın uydurdukları koskoca bir yalandan ve ürkütücü bir masaldan öte bir anlam taşımıyordu.
-İsrail’in Tanrı’sı daima Meleği Cebrail aracılığı ile konuşurdu. Tanrı her zaman önce kocalarakorkmamalarını söyler, ardından onlara her birinin ayrıcalıklı anlamı olan bir ad ve oğulmüjdelerdi… Ne ki, bakireye görünüp müjdeyi vermek Melek Cebrail için alışılmadık bir durumdu. Belki Melek Cebrail bu nedenle müjdeyi vermeden önce bakire Meryem’ekorkmamasını söylemiştir! (Yoksul Tanrı, Tyanalı Apollonius, Aytunç Altındal)

RÜYALAR


-Yüzyıllardır toplumlara din diye sunulan pek çok konu, kitaplara, zihinlere din ulularınındüşleri yoluyla girmiştir. Çünkü, Ortadoğu kaynaklı üç büyük dinin de temel karakteristiklerinden biri rüyalardır; rüyalardaki görümlerdir, işaretlerdir, bilgilerdir. (Vahiy’in peygamber dışındaki mübarek insanlara da geldiğine dair en ufak, tevil edilebilecek bir ayet veya hadis olsaydı, hiç şüphesiz vahiy, rüyanın yerini tutacaktı!)
-Gördükleri rüyanın insanları/kendilerini hayırlı bir yere götürdüğüne dair sayısız olay/hikaye anlatılır. Peki, hayırsız yola sevkeden hiç mi rüya görülmez?! Görülür de, anlatılmaz aslında!..
-Rüya konusundaki bazı/sayısız soru ve sorun karşısında alimler, rüyayı, nefsani rüya veilahi rüya diye ikiye ayırmışlardır! Ama bu sorunu yine çözmez!

ÜMMET ve MİLLET


Kuran’da, biz sizi ümmet ümmet yaratık ki, birbirinizi tanıyasınız, manasındaki ayeti (Müslüman) Türkçüler, Allahın milliyet farklılığını onayladığının kanıtı olarak değerlendirir, böylece milliyetçiliklerine (kendilerince) meşruiyet sağlarlar!.. Ancak o ayet dikkatle okunduğunda (kendisi, önü, arkası), kast edilenin Türkler, Araplar, Farslar vs. değil, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiler vs. olduğu anlaşılmaktadır. O dönemde (MS 7. yüzyıl) milliyet bilincinin, daha doğrusu millet referanslı siyasetin/devletin olmaması bir yana, çok kuvvetle muhtemel Kuran’ı yazanlar Türklerin mevcudiyetinden haberdar bile değillerdi!

ALMAN İSA, TÜRK MUHAMMED


Almanya’da, Nazi döneminde İsa’nın Alman olduğu anlatılır, yazılırmış…
2000’lerde ise Türkiye'de, eski kültür bakanı Namık Kemal Zeybek’ten bir iddia: Muhammed Türk kökenlidir! Çünkü onun atası İbrahim, Urfa civarında doğmuştur. Anadolu binlerce yıldır Türk yurdu olduğuna(?) göre… Muhammed Arap topraklarında doğup büyüdüğü için kültürel olarak elbette Arap’tır. Fakat ırken Türk’tür!
Geçmişi Batı’da herhalde 200 yıla yakın, Türkiye’de 100 yıl olan milliyetçi/ırkçı ideoloji bağlılarının, sevmedikleri veya düşmanı oldukları (farklı) bir ırktan, milletten çıkmışpeygamber olgusu karşısındaki çıkmazlarını, tezlerindeki garabeti yansıtan iki örnek!

SOY ve TAKVA


İslam’a göre insanın hangi soydan geldiği değil ahlaklı oluşu, Allah’ın yasakladıklarından uzak durması, takvası vs. önemlidir denir mealen. Ama, kutsalkitaplara göre peygamberler hep birbirlerinin akrabalarıdır/oğullarıdır, Muhammed İbrahim’in soyundandır; ve peygamber soyundan gelmek, seyyid olmak vs. iftihar vesilesi olarak görülür ve saygınlık kazandırır!

ALLAH NEDEN BİZİ YARATTI?


Alimler, Allah, neden yarattı sorusu ile karşılaşmışlar ve/veya kendilerine sormuşlar ki, belki rüyalarında görerek bir kutsi hadis uydurmuşlar: "Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek istedim ve alemleri/mahlukatı var ettim/yarattım.
Oysa Kuran, insanların Allah’a kulluk etsinler, diye (ve cehennemin de insanlar için) yaratıldığını yazar. Belli ki, okur-yazar veya değil, Müslümanlara bu ayetler kafi gelmemiş; haklı olarak sormuşlar…
Hala da soruyorlar. Bir mümin kardeşim, bir Risalei Nur’daki(1), o hadis doğrultusundaki süslüaçıklamayı yeterli bulmamış, soruyor. Ağabeyler dini ıstılahlarla, Allahın sıfatlarıyla vs. dolu, aslında hiçbir şey söylemedikleri uzunca cevap vermişler. Sadece aşağıdaki paragrafı alıyorum ki, kafidir:
"… İnsana gelince… Bilinmek, tanınmak, övülmek, takdir toplamak ve maharetlerini göstermek arzûlarının aşırısı insan için bir zaaftır, bir kusurdur, bir haddini aşmışlıktır. Çünkü insanın bu duyguları mübalâğalı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü bu hak Allah’a aittir. Çünkü insanın varlıklar üzerinde hakkı yoktur. İnsanın hakkı sadece şükürdür ve Allah’ı övmektir..."
[url]http://www.saidnursi.de/fiki h/index.php?goster=ders_detay& amp;katagori=5&k=1419[/url]
All ah’ın alemleri ve insanı yaratma gerekçesini Allahlığına yakışır tarzda açıklayamayarak Müslümanları ikna edemeyen Kuran’dan; o gediği doldurmak için uydurulan, üstelik kutsidenilen, fakat hem Kuran’a hiç uymayan hem de durumu karıştıran hadisten; Cumhuriyet rejiminin baskıları sayesinde, veli arayışındaki kimi dindarlar tarafından payeler verilen,kerameti kendinden menkul bir zatın, konuyu edebi ifadelerle iyice karmaşıklaştıran tefsirinden beslenenlerin cevapları da elbette belirsiz, problemli olacaktır. Yukarıdaki açıklamayı analiz etmek akla ziyandır!
(1) Said Nursi’nin, öğrencileri tarafından yazıya dökülüp kitaplaştırılan ve Nurcularca Kuran tefsiri diye nitelenen sözleri.

DİNİ LİTERATÜR ve RETORİK


Herhangi bir alandaki literatür ne kadar genişse, o literatürü bilen hatiplerin konuşmalarına doyum olmuyor!..
Bir örnek din/İslam sahasındadır. Muhtevası son derece basit, karmaşık, tutarsız bir kitap olan Kuran; yüzlerce yıl, sayısı onbinleri bulan, büyük çoğunluğu son derece ilkel, uydurulmuş hadis külliyatıyla genişleyen; sonraki yüzyıllarda tefsir, kelam vs. derken iyice dal budak salan ve nihayet buna paralel olarak tasavvuf düşüncesi ve uygulamaları ile şişen bir literatür.
Çağında dahi en temel sorunlara/sorunlara cevap veremeyen bir kutsal kitap, güya ayetleri yorumlamaya yarayan ama iyice karmaşıklaştıran hadisler, anlaşılmayan konuları açıklayabilmek ve çelişkili ayetleri tutarlı hale getirebilmek için ciltler dolusu yazılmış tefsirler; öte yandan, insanların bundan sıkılınca başka kültürlerin de etkisiyle oluşturdukları, aslında Kuran’da hiç dayanağı bulunmayan İslam tasavvufuna ait yazılmış sayısız kitap…
Dini alanda yetişmiş kimi insanların, literatürdeki bilgilerle retorik yapmalarına aldanmamak gerekiyor. Çünkü sözlerinin büyük çoğu laf salatasından öteye geçmemektedir.
İnananlar için herhalde en trajik olan, o müthiş literatürü ve retoriği tek ve küçük bir kitabın (hatta sadece birkaç sorunun) dahi silip süpürebilmesidir!

MEZMURLAR


Tevrat’taki (Hıristiyanlara göre Eski Ahit) bir bölümün/kitabın adıdır Mezmurlar. Diğer ismi Zebur’dur. Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil) isimli kitapta,
… ilahi ve dua kitabıdır. Uzun bir süre içinde farklı yazarlar tarafından yazılmıştır… Mezmurlar şiir kitabıdır…
diyor. Kuran ne diyor? Davut’a da Zebur’u verdik/indirdik. diyor.
Yahudi ve Hıristiyanların Davut’a kitap indirildiği inancı var mı acaba? Yukarıdaki giriş cümlesine ve Davut bir kraldı, peygamber değildi görüşüne (Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik) göre cevap hayırdır. Müslümanlar nasıl düşünüyor? Ortalaması, genel kabul göreni, ehli sünnet açısından şöyle galiba:
… Hz. Davud'a indirilen Zebur, birtakım kasideler, vaazlar ve ilahîlerden ibaretti. Onda Allah'a tesbih, senâ ve dua yer alıyordu. Hükümler, emirler, yasaklar yoktu. Hz. İbrahim'e, Hz. Şît'e ve diğer peygamberlere indirilen sahifelerde de hükümler yoktu, sadece bir takım öğütler ve meseller vardı…
(http://www.yeniumit. com.tr/konular.php?sayi_id=30& amp;konu_id=923&yumit=bolu m2)
Yukarıdaki görüşün dayanağı, Kuran olmadığı kesin, hadisler olduğunu hiç sanmıyorum, Tevrat’tır. Bence, İslam alimleri Kuran ve hadislerde hiçbir bilgi bulamamışlar, Yahudilere sormuşlar, Tevrat’a başvurmuşlar ve/veya o bilgiyi Müslüman olmuş bir İbrani alimindenalmışlar…
Not. Kuran, Tevrat’ın (da) Musa’ya indirildiğini ifade eder. O dönemden yüzlerce yıl önce standartlaşmış Tevrat, yüzlerce yıllık süreçte yazılmıştır! Kuran, Tevrat’ın ne kadarının (hangi bölümlerinin/kitaplarının) Musa’ya indirdiğini söylüyor; belli değildir! Söylüyor mu, sorusu daha uygun olabilir! Cevap, hayır, çünkü bilmiyordur! (Bkz. "Kuran Okumaları, Vahiy Bilgisinin Eleştirisi", Murat Utkucu)

TEVRAT ve KURAN'IN YAZILIŞLARI


Tevrat’ın hangi bölümlerinin ne zaman, ne gerekçelerle, kimler tarafından yazıldığı, en az 200 yıldır, dil/kelime, üslup, belgeli tarih, coğrafya verilerinden hareketle araştırılmaktadır.
Örneğin, Kitabı Mukaddes’i Kim Yazdı (Richard Elliott) isimli kitapta, Tevrat’ta, aynı surelerde, iç içe çift anlatımlar olduğu, bunun tekrarlardan ve farklı üsluptan ve kelimelerden anlaşıldığı savunulur. Bu teze göre, şifahi kaynaklı iki ayrı metin üçüncü bir kişi (editör) tarafından birleştirilmiştir. Yazar, metni/bir sureyi, üslup ve kelime kriterine göre iki ayrı metin halinde sunar ve ortaya her biri anlamlı, üslubu tutarlı, tekrarsız iki öykü ortaya çıkar!
Yani; Tevrat’ın bazı veya pek çok bölümlerinin, tarihsel, siyasi gelişmeler sürecinde, sözlü anlatımların yazıya alınması, bilahare iki (ve daha çok) ayrı metnin birleştirilmesiyle meydana getirildiği ispatlanmıştır.
Kıyame suresini okuduğumda, yukarıda Tevrat için olana benzer bir durumla karşılaştım. Sure bir konu ile başlıyor; birden başka bir konuya atlanıyor, sonra da bambaşka bir konu ile sonuçlanıyor. Aslında Kuran’ın hemen bütün sureleri birden çok konuyu içermektedir; yanidağınıktırlar.
Kuran’ın Tevrat’ınki gibi, önce sözlü, sonra yazılı, yüzyıllara yayılan bir serüveni yoktur. Dolayısıyla farklı anlatımların ve farklı metinlerin Tevrat’taki anlamda bir araya getirildiği düşünülemez.
Yalnız… Kuran’ın derme-çatma bir derleme fikrine yol açan; bir surede bambaşka konuların anlatılması, pek çok ayetteki belirsizlik, tekrarlar, birden fazla konuşan olması, acaba Kuran’ın söylenmesi ve yazılmasında birden çok dilin ve elin varlığının bir göstergesi mi?

KADINLAR TARLANIZDIR: ERKEK SOHBETİ


Kadınlar tarlanızdır; onlara istediğiniz yönden varabilirsiniz. manasındaki ayetin iniş sebebi yazılıdır tefsirlerde.
Özetle sahabiler aralarında birleşmelerden söz ediyorlarmış. Konu Muhammed’e intikal etmiş. Sonuçta bu ayet inmiş. Malum; müfessirlerin çoğu, güya sahabilerin nakledilen görüşlerini dikkate alıp, ayetteki yönü pozisyon diye yorumlamışlar ve anal/ters ilişkiye günah demişlerdir!
Daha önemli husus şudur: Muhammed’in sözleri de olsa, sonradan eklenmiş de olsa, bir ayet sözkonusu olduğuna göre, konunun sahabiler arasında konuşulduğu, tartışıldığı kesin. Yani,dinimizin önderleri, mübarek insanlar, aralarında, karılarını, cariyelerini nasıl becerdiklerini konuşuyorlarmış!..
Ayetlerin iniş sebepleri yeniden yazılmalı!

İNSANIN KİŞİSEL TANRISI:


Kadim Ortadoğu’da her veya pek çok ailenin aile putu varmış... Bugün değişen nedir? Çok tanrı yerine tek ve soyut (gibi görünen) bir Tanrı inancı sözkonusudur günümüzde geçerli olan. Kadim çağların aile putunu, çağımızda, cemaat/aile tanrısına, hatta tek tek insanların kişisel tanrısına izdüşürebilir miyiz?!
Konunun cemaat/aile boyutunu, yani sosyolojik yönünü bir tarafa bırakıp kişisel/psikolojik yönüne yoğunlaşalım. İnsan, gelenekleri, hikayeleri, ibadetleri, duaları vs. olan bir kültür/inanç ortamında doğar, bu ortamın duygu dünyası ile meczolur ve inanmaya başlar. Elbette, o kültür ortamının kompartımanları da vardır. Bunlar ekonomik/sınıfsal ve çeşitli etkilenmelerle sentez olmuş inançlardan oluşur.
Şimdi asıl soruya gelelim: Kişi, inandığını söylediği bir dinin kaynak/mukaddes kitabındaki, açık hukuksal, metafizik vs. ifadeleri özümseyebilmekte midir, içine sindirebilmekte midir? Hayır. İçine düştüğü çelişkiyi, tabii farkındaysa, kendi ruh haline göre ve kendince aşar; benim anlama yeteneğimin üzerindedir, der ve aşama aşama kendine göre bir inanç-değer sistemi oluşturur Sosyal baskı olmasa ve şüpheleri bulunsa da, psikolojik ihtiyaçla inanır, dini vecibeleri de az veya çok yerine getirir. Keza, bazı din adamlarının yorumları da kendine özgü inanç-değer sisteminin meşruiyet kaynaklarıdır.
Sonuçta, kadim Ortadoğu’nun tek Tanrısı, inananların tek tek kişisel tanrısı haline gelmektedir. Yani görünürdeki tek Tanrı inancı, binlerce yıl önceki putperestliğin/paganlığın egemen olduğu kadim Ortadoğu’daki insanların çok tanrılı inançlarına benzemektedir; tek fark, insanların günümüzde, Tanrılar yerine tek Tanrı demesidir!

YARATMAK


Nasıl ki bir bilgisayar kendi kendine meydana gelemez; bir yapanı vardır; şu muhteşem canlılar, dünya, kainat hiç tek başına meydana gelemeyeceğine göre, elbette bir yaratıcısı vardır. der Müslüman misyonerler!
İfadede gerçi yapan diyor ama karşılaştırma insanın yarattığı bir cihaz ile yapılıyor.
Bu örneği vermelerine, böyle karşılaştırma yapmalarına rağmen, dindarlar (çoğu), her şeyAllahın eseridir, o yoktan var eder, yaratır (1), oysa insan yoktan var edemez, yaratılan şeylerden/malzemeden icat eder, bulur, üretir, yorumundan(2) hareketle, insana atfedilenyaratmak fiilinden müthiş rahatsızlık duyarlar.
Yaratıcı, Allahın isimlerinden Halık/Halikin Türkçe karşılığıdır. Dolayısıyla, en başta,Allahın, Arapça bir sözcükle tanımlanan bir özelliğini Türkçe (kökenli) bir kelime ile eşleştirip kıyaslamak abestir. Ayrıca, Allahın bir ismi de Bakidir. Bu kelime, Türkçe’de insan ismi olarak da, kavram olarak da kullanılmakta ve Müslümanlar buna hiç itiraz etmemektedirler!
Müslümanlar, yaratmak fiiline, inançlarına aykırı olmayacak bir anlam yükleyerek kullanabilmelidir. Bir Ateistin kullanması halinde de, kastettiğinin yoktan var etmek anlamına gelmediğini, Allahın yarattığı maddeden bir şey yaptığını bilip rahatsız olmamalıdırlar. Aksi taktirde, içinde yaratmak geçen bir değerli fikri, içlerinden yaratmak Allah’a mahsusturezberini geçirirken kaçırabilirler!

(1) Allah 1400 küsur yıldır somut bir şey yarat(a)mamaktadır!(2) Alimlerimizin aynı bağlamdaki yorumları, elbette dini ıstılahlarla dolu ve tesirlidir; ancak o süslü açıklamaların tesirini ancak inanmak isteyenler hisseder!
Not. İslam anlayışı, herhalde kaynağını Kuran’da bulduğu bir kabul vaz eder: İnsan eşrefi mahlukattır; en mükemmel biçimde yaratılmıştır. Neye göre mükemmel, nasıl mükemmel..?! Bu gibi sorular sorulduğunda, vaz edilenin bir başka ezber olduğu ortaya çıkar.

DÂVÛDÎ SES


Gelecekten haber verme bağlamındaki kimi belgesellerde Tevrat’tan (Eski Ahit’ten) âyetler dâvûdî bir ses ve eko verilerek okunup bunların yakın çağlardaki, çağımızdaki ve gelecekteki olayları anlattığı iddiâsına yer verilir…
Oysa alâkası yoktur. Binlerce yıl öncesinde yaşamış, belki sıradan, zavallı, aptal, meczup birinin sözleridir onlar!
Bunlar dikkate alınıp yorumlar yapılır, tezlere delil gösterilir...
Aydınlanmış Batı’nın aydın TV programcıları bu tezleri yukarıdaki formatta sunar, aydınizleyiciler de heyecanla tâkip eder!

CİN-MİKROP


Bir profesör. Edebiyatçı aslında. Fakat İslâm’ı da araştırıyor. Meâl bile yazmış. Ne ifâde ettiği belirsiz bir âyetin anlamını uzun süre düşündüğünü söylüyor. Demek şimdiye kadarki yorumları tatmin edici bulmamış!.. Kuran’ı her okuyuşta âdetâ yeni bir âyete rastlıyoruz, Allah sanki günümüze sesleniyor, diyor. Aslında dikkatli okumadığından ve Kuran’ın karmaşıklığından dolayı bâzı âyetleri yeni fark ediyor!Cinler konusunda farklı (19. yy’da Muhammed Abduh tarafından ortaya atılmış) bir yorumu var. Sunucunun sorularına doğrudan cevap vermiyor. Cin’lerin, ilgili âyetleri okuyup bâzı referanslar vererek, yabancılar, Yahudiler olarak anlaşılabileceğini ifâde ediyor ve mikroplar, görünmeyen varlıklar olarak anlaşılabileceğini de belirtiyor.
Dikkat ettim; cinler, bilinegelen, yüzyıllardır anlatılan varlıklar değildir, demedi!Bu cinyorumları, klasik İslâm teologlarınca, âyetler ve hadislerden yola çıkılarak kolaylıkla çürütülebilir. Ama, klasik ekôl sâhipleri de, cin târiflerindeki belirsizlikleri, çelişkileri asla giderememektedirler!

CİN-RUH


Adam teknik terimlerle (bilgisayar, uçak…) İslâmî yorumlar yapıyor. Ağzından bal damlıyor(!). Çok dolu! Diğer konuğa fırsat vermiyor; söz o konuğa geçince bir vesîleyle sazı tekrar alıyor eline!..
Programın ortasında açmışım kanalı. Az önce Rahşan Ecevit’in müteveffâ Bülent Ecevit’i (evde) gördüğünü söylemesi hususunda konuşmuşlar. Bizimki, olabilir, diyor ve yinebilimsel olarak açıklıyor (İzlediğim bâzı ilâhiyatçılar, bu tür olaylarda, nezâket gösterip, insanlara, gördükleriniz sanrı (halüsinasyon) olabilir, diyorlar. R. Ecevit’in, bilinen davranışları-ruh hâli îtibârıyla sanrı gördüğü kesindir. Ama tedâvi olmasına gerek yoktur, yaşı nedeniyle!).
Tanıdık birini düşünürken veya henüz düşünmüşken, o kişinin telefonla araması hakkında, aslında o sırada düşünülen kişi aramayı aklından geçirmektedir, bu da onu düşünen kişiye iletilir, diye yorum getiriyor! Atış serbest! Nasılsa ispât etmesi gerekmiyor, delillerin nedir, suâli sorulmuyor!.. Ve aklımıza tanıdık birilerinin geldiği binlerce durumda o tanıdıkların bizi aramadıklarını, ne hikmetse söylemiyor!
Akıl’ın (Kuran’da yer aldığı gibi) kalpte bulunduğunu ifâde ediyor. Sunucu ve diğer konuk, şaşırarak, sâhi mi, ne diyorsun, diye sormuyorlar. Çünkü onlar da aynı düzlemde düşünüyor, inanıyorlar. Ayrıca, sorsalar, biliyorum ki, saçmalamalar katlanacak; sormadıkları daha iyi.

Ve nihâyet, adam (güyâ) bir ruh çağırma seansına gittiğini (Parantez açıp, aslında gelenler, yüzde doksan dokuz cindir, diyor. İstatistik veri bile veriyor!), katıldığı seansta, gelenin, kağıda imzâsını attığını, K. Atatürk yazdığını; hemen gidip kütüphânedeki falanca kitaba bakınca kağıda atılan imzânın o kitaptaki imzâ ile bire bir aynı olduğunu tespît ettiğini anlatıyor.
Adam odadan ayrılıyor, kütüphâne varmış ki kütüphâneye gidiyor, yine varmış ki, ve orada olduğunu, tam yerini ve dahi sayfasını biliyormuş ki, gidip içinde Atatürk’ün imzâsının bulunduğu kitabı açıp imzâlı sayfayı buluyor!.. En başta, ruh neden, adını-soyadını tek tek yazmıyor da imzâ atıyor?! Hem niye Atatürk?! Söylediği, başka, özel sohbetlerinde uzun uzun anlattığı, bir ruh-cin-Atatürk hikâyesinin kısa ve zararsız bir versiyonu mu acabâ?!
Odaya dönmüş ve sen kimsin, diye sormuş gelene. Ben cinim, demiş gelen; ve kağıdı yırtmış! Böylece delil ortadan kalkıyor!
Yazarken bile tiksindim. Bu ne sahtekârlıktır! Ne basit, düşük zekâlı, aptallara mâtuf bir hikâyedir.

DİNDE REFORM


AKP’li (Adalet ve Kalkınma Partisi, Ak Parti) bir kadın yönetici, mîras konusundaki soruya, Kuran hükmünün o çağ için ileri, ancak o döneme âit bir hüküm olduğunu, günümüzdeki Türk hukûkundaki mîras hükmünün/maddesinin doğru olduğunu, âilesindeki mîrâsın da bu hükme göre tanzîm edildiğini söylüyor (Sözlerinde samîmî olduğu intibâını ediniyorum). Bu aslında dinde reform çerçevesi içindedir. Fakat îtiraf edilmez!..
Başörtülü kadına sormuyor sunucu (Hulki Cevizoğlu), öyleyse Kuran’a dayandırdığınız başörtüsü konusunda da bir esneklik düşünmüyor musunuz, veya neden düşünmüyorsunuz, diye!

KATLİAMLAR ve DİNLER


Batı’da, Kuran yasaklansın, çünkü şiddete teşvik ediyor, diyor kimileri. Hıristiyanlık uzmanı, araştırmacı Aytunç Altındal’dan duydum TV’de. Tevrat’tan bazı ayetlerin numaralarını veriyordu. Bunların biri olan Samuel 15/1-3 ayetlerini okuyalım:
Samuel Saul’a şöyle dedi: RAB seni kendi halkı İsrail’in Kralı olarak meshetmek için beni gönderdi. Şimdi RAB’bin sözlerine kulak ver. Her Şeye Egemen RAB diyor ki, ‘İsrailliler’e yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler’i cezalandıracağım. Çünkü Mısır’dan çıkan İsrailliler’e karşı koydular. Şimdi git, Amelekliler’e saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın, erkek, çoluk, çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’
Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı kitabında, ahlak çerçevesinde analiz ettiği başka Eski Ahit ayetlerinin yaşanmış hadiseler olduğuna inanmadığını belirtmektedir.
Ben de, kadim Yahudilerin, yukarıda alıntılanan, güya Rab’den gelmiş ayetler doğrultusunda çocuklardan hayvanlara dek katliam yaptıklarını sanmıyorum.
Bu ve benzeri ayetler, sadece, bu düzeyde kıyım vaz etmeyen Kuran’ı yasaklamayı konuşan Batı kamuoyuna hatırlatılması bağlamında değerlendirilebilir!..
Şu da var ki, ister tarihte ister çağımızda, hiçbir şiddet, savaş, saldırı, katliam; salt dinden, o dinin ilahi bilinen kitaplarından ilham almamıştır. Din, dini duygular, ayetler daima araç olmuşlardır; amaç, ganimet-iktidar-itibar-egemenl ik-intikamdır.

KİTAPLARDAN


"Tanrı diye bir şey yok, o kadar basit, diye başlıyor. Dünyanın yüzde doksan beşi böyle düşünmüyor diyorsun, öyle mi?! Dünyanın yüzde doksan beşi böyle düşünmüyor çünkü dünyanın yüzde doksan beşi korkak! Burada işimiz bittiğinde ebediyen bitmiş olacağını kabul edemiyor!.. Hayat ölümü beklemektir, Alyoşa..."
(Aydınlanma Değil, Merhamet, Alev Alatlı)

"Kozmosta hiçbir büyüklük ifade etmeyen dünyamızın bir köşesinde yaşadığımız küçük hayatı çok önemsememeyi öğrendim. İnançların, insanların ölüme karşı çırpınışı olarak tanımlanabileceğini kavradım ve o andan itibaren samimi dindarları eleştirmedim. Bu işi siyaset olarak kullananlara ise nefretim arttı…"
(Sevdalım Hayat, Zülfü Livaneli)

"Dînî konularda kaynakların hiçbir şey ifade etmediklerini biliyor musun? Bir kaynak göstersem, kaynağın kaynağı gündeme gelir. Birbirine paralel iki aynanın arasında durmak gibi bir iş...
İnsan mükemmel değildir, diyor Ortodokslar ama bilginin bir kısmı yanan bir çalıdan ya da Musa’nın fırtına bulutundan gelmiş bile olsa, İncil’i yazan insan. Bin yıllar içinde biriken kötü cümleleri ayıklayan bir redaktör gibi şurasını burasını kırpmış kitabın. Andrey’in yazdıkları nerede? Nerede İsa’nın çocukluğuna ait bilgiler? Son şeklinde, kitlelerin eline ulaştığı şeklinde bunlar yok. Katoliklerin mali, siyasi, cinsel çıkarlarını gözetecek şekilde kesildi biçildi İncil...
Bundan sonraki durağım agnostiklik. Evet, gerçekten de insanın akıl erdiremediği muhteşem bir güç var ama din bunun cevabı değil.
İsa’dan 1400 yıl kadar önce Sanskrit yazılarında, ve İran (Farisi) edebiyatında rastlanılan güneş-tanrısı kültü; İ.S. 1. yüzyılda Roma’da görünür. İsa gibi Mitra da bir ahırda, kış solistinde (25 Aralık) bir bakireye doğmuştur. Başında hare olduğu halde resmedilir, havarileri ile son yemeğini müteakip, Baba’sına döndüğü anlatılır. Ancak, ölmemiş, göğe yükselmiştir. Yeryüzüne tekrar döneceğine, ölüleri dirilteceğine, hüküm gününden sonra günahkârları cehenneme göndereceğine inanılır. Mitra’ya iştirak edenler, vaftizden sonra ölümsüz olurlar. Mitra kültünün müridlerinden Roma İmparatoru Konstantin, 313 yılında 25 Aralık’ı Mitra’nın resmî doğum yılı ilân etmiş, ancak ihtidâ ettiği dinin Hıristiyanlık olduğunu söylemiştir. Milta kültü ile Hıristiyanlık arasındaki benzerliklerden bazıları, İsa’nın bir Pazar günü dirilmiş olması nedeniyle kutsal gün olması, mitra’ya tapanların papa dedikleri liderlerinin zaman içinde Vatikan’daki Papa’ya dönüşmüş olması, Myazda denilen Aşaîrabbani’nin Katoliklikte missaadını almasıdır."
(Aydınlanma Değil, Merhamet, Alev Alatlı)

"Rusya’da Hıristiyanlık yüzeyseldir Güloya. Ruslar çoğunlukla şamandır. Hıristiyan ritüellerini anlamadan tekrarlarlar...
Üçer kere öpüştüler ki, bunun Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlüsüne gönderme olduğunu sonradan öğrendim. Tanrı üçlemeyi sever, diye bir deyişleri var...
Rus Ortodoks ruhaniyeti, tabiat güçleriyle iç içe yaşamak ve Batı’ya öykünme, bunlar Rus kültürünün üzerinde yükseldiği üç temel sütundur..."
(Aydınlanma Değil, Merhamet, Alev Alatlı)

"Dürüst olmak gerekirse, İncil’in [Eski ve Yeni Ahit’i (birlikte) kastediyor.] büyük bölümünün sistemli biçimde zararlı olduğu söylenemez ancak bu kitap epey tuhaftır. Bu, bizim hiç tanımadığımız ve birbirlerini genellikle tanımayan yüzlerce anonim yazarın, editör ve kopyacının dokuz yüzyıl boyunca düzenlemeler yaparak, değiştirerek, tercüme ederek, saptırarak ve geliştirerek karman çorman bir hale getirdikleri tutarsız belgelerden oluşmuş bir antoloji için gayet normal bir durumdur."
(Tanrı Yanılgısı, Richard Dawkins)

ALLAHSIZ YOK


Akademik unvanlı hoca bir kadın programında. Allahsız insan yoktur diyor… Sunucu İkbal Gürpınar, pek tarif edilemeyecek(!) bir mimikle ve vurguyla, Allah korusun mealinde bir şey söylüyor! Stüdyodaki kadınlardan biri hocayı başıyla onaylıyor, diğerleri boş boş bakıyor!
Hoca, neden Ateist olunamayacağına dair yaşadığı bir örneği veriyor: Bir başka programda bir kadın, ben Ateistim demiş. Sonra cinlere inandığını söylemiş. Akabinde de reenkarnasyona inandığını (Konu oydu.).(1)
... Meydanı boş bulmuş atıyor, sallıyor hoca! Sözleri, örnekleri, hepsi, her şey, oradaki herkes alt düzeyde!..
İ. Gürpınar araya giriyor, bir VTR’miz var, diyor. Hoca, yapmayın ama, tarzında bakışlarla, fakat tam da anlatıyorum, yarım kalıyor, sözüyle sitem ediyor. Vah vah!
(1) Böyle ilginç tipler de var; ben de (internette) ateistim deyip burçlara inanan birine rastladım!

İNANCA/İNANÇSIZLIĞA DEĞİL, İNANANA-İNANMAYANA/İNSANA SAYGI


İnanca saygı sık telaffuz edilen bir söylemdir. Hep böyle denir de, aşikar ya da gizliden, küfrün bini bir paradır!.. Bence, dürüst olmalı insanlar.
Bilmiyorum, belki slogan baştan yanlış oluşturuldu ve öyle de süregeldi. Doğrusuinanana/insana saygı olmalıydı, olmalı.

Bazı Müslümanlar dini konularda çok hassastırlar. Bunlar, dininize, Kuran’a, peygamberimize hararet ediyorlar diyerek veryansın ederler. Peki aynı kişiler, acaba Kuran’da, müşriklere, Muhammed’in Allah’tandır dediği sözlere inanmayanlara, Kuran’a inanmayanlara hangi sözlerin yazılı olduğunu bilmezler mi acaba? Elbette, kışkırtıcılar çok iyi bilir, o Kuran ayetlerini yazar, televizyonda-radyoda dile getirir, aralarında konuşurlar; hatta gelenekte olan sözleri de(1)

Bir dinsiz (ateist, deist, agnostik) için ise Kuran indirilmemiş, yazılmıştır; o yüzden, Kuran indirildi diyen, sahtekardır veya korkmaktadır, en hafif sıfatıyla da meczuptur. O halde, birdinsiz, bir Müslüman’ın inancına nasıl saygı duyabilir. Duyuyorum derse, yalan söylemiş, riyakarlık yapmış olur.
Ama bir dinsiz, bir Müslüman’a, inancından dolayı değil, ahlakından, verimliliğinden vb. dolayı, yani kişiliği ve eylemleri nedeniyle saygı duyabilir, duymalıdır; keza Müslüman da dinsize.
Reel, yürürlükte olan da (çoğunlukla) budur aslında. Yani, insanları birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran inançları/inançsızlıkları değil, karakterleri, kişilikleri, çıkarları, meslekleri, uğraşlarıdır.

(1) Örneğin, dini olmayanın aklı yoktur, veya Kuran’dan mülhem akılsızdır (beyinsizdir!) demeleri… (Dini olmayanın aklı yoktur, ama aynı zamanda aklı olmayanın dini yükümlülüğü ve cezai sorumluluğu da yoktur. İki önermeden çıkaracağımız sonuç açıktır. Öyleyse,dinsizlere neden cezai yaptırım uygular İslam ve Müslümanlar?!.. İki önermenin birinden vazgeçmesi gerek Müslümanların, tutarlı olmaları için. Böyle bir dertleri varsa tabii!)

HAMİ-SAMİ TANRISI


Ne kadar iddia edilirse edilsin, kimi ayetlerden (zorlama) anlamlar çıkartılsın, o da yetmeyip şifreler aransın; Hami-Sami köklü dinlerin kutsal/tanrısal kabul edilen kitaplarında, ne yazıldıkları çağa ait, ne bütün çağlara hitap eden dünya (halklar, coğrafya, iklim vb.) bilgisi, ne de sağlam, tutarlı bir dille ifade edilen bir evren bilgisi mevcut!
Kendi yarattığı evreni ve bugün Ortadoğu diye isimlendirilen bölge dışında dünyayı bilmeyen,yer merkezli/yer referanslı ve Ortadoğu kökenli bir Tanrı. Kitaplarında bir Tanrı’dan ziyade insansı bir söylemi olan bir Tanrı. Hıristiyanlık yolu ile yerli Pagan/Yahudi ve İslamiyet yolu ile yerli Pagan/Yahudi/Arap kültürünü, geleneklerini bütün dünya milletlerine yaymak isteyen bir Tanrı… Hami-Sami’lerin, bugün onların torunlarından olan
Yahudi ve Arap’ların bölgesel Tanrısı (Tanrıları): Yahve, Jesus ve Allah!

TEİST-ATEİST


Bir Teistin, Teist olma gerekçesi nettir; örneğin, determinist yaklaşımla (sebep-sonuç ilişkisiyle) ifade edebilir inancını. Fakat, ateistlerin (pek çoğunun) gerekçesi sarih değildir…
Evrenin-canlıların bir yaratıcısı olduğuna ve sürekli onun denetiminde yaşadıklarına inanan, gelenekleri, kurumları olan bir din kültürü ortamında doğmuş ve ömür süren Teistler rahattır, kozmik-biyolojik sorunu çözmüşlerdir; bu bağlamda hiçbir dertleri yoktur. Bir başka deyişle, Tanrılarını ve yaratılışı, kutsal kitapları ve sistemli bir dini anlayış çerçevesinde düşündükleri için, zihni olarak pek aktif değillerdir, atalet halindedirler…
Şüphesi olanlar; bir yaratıcı vardır ama o, TİK’deki Tanrı/Tanrılar değildir, diyenler; yaratıcının var olup olmadığı bilinemez diyenler; tanrı yoktur, diyenler, yani Deistler, TİK’siz Teistler, Agnostikler ve Ateistler rahat değildir; çünkü evren ve yaşam hakkında net bir cevapları yoktur.(1) Bu (onların bazıları için tatlı olan) rahatsızlık, onların zihinlerini dinamik kılar, tutar…
(1) Elbette TİK’in Tanrıları ve diğer bütün dinler hakkında şüpheleri yoktur! Kendilerin sordukları ama cevabını bilemedikleri, cevabından emin olamadıkları soru, öncelikle, nasılsorusudur (Belki kimileri için de neden sorusu…).

ÖLÜMDEN KORKMAK-ÖLMEKTEN KORKMAK


Ölümden korkmak ile ölmekten korkmak arasında nüans olduğu kanaatindeyim.
Ölüm, içinde yaşadığımız dini inançları (Azrail, kabir azabı, cehennem…), dini kültür (sala verilmesi, imam, ağıtlar, ilahiler, mevlüt, Kuran okunması…), bağlantılı olarak mezarlık ve mezar; özetle beyinde bir imgenin şekilleneceği bütün enstrümanlarla korkutucu bir şeydir.
Ölmekten ise, canlılığımızın sona ereceğinden, hayatta kalma güdümüzden dolayı korkarız.
Dindarlar hem ölümden (ve ölüden, mezarlıktan vs.) hem ölmekten korkarlar. Hangisi baskındır diye sorulursa, ikincisi derim. Çünkü inanç görelidir, ruh yapaydır; etkin olan biyolojik yapımızdır, güdülerimizdir, genlerimizdir.
Dinsizler için hangisi sorusu, tabii ki anlamsızdır!

PEYGAMBERİMİZE İFTİRA ATILIYOR


Müslümanların bir ezber, ezberletilmiş tepkisi de, peygamberimize iftira atılıyordur. Kuran’daki ayetler ve tarihi veriler Muhammed’in kişiliği ve hayatı hakkında iftira diye nitleledikleri yorumlar yapılmasına imkan ve fırsat veriyorsa Müslümanlar, o yorumları yapanlara değil başka şeylere ve başkalarına kızsınlar!

KURAN: CİHANŞÜMUL ve TÜM ZAMANLARA


Bir dini konuda, mevcut kabuller üzerine akıl yürütme yaparak bir sonuca varacağız: Kuran’daki ayetlerin çeşitli olaylar (ve sorulan sorular) vesilesi ile indiği, herhangi bir ayeti okurken, yorumlarken gerisindeki olayı (ve sorulan soruyu) da bilmek gerektiği söylenir. Olay-ayet ilişkisi (gerçekten varsa) tabii ki önemlidir… Böyle olduğunu kabul edelim. Yalnız… Kuranilk önce bir topluma indiğine göre, o toplumun bilgisine, kültürüne, geleneklerine, değer yargılarına, tarihine uygun olaylar muvacehesinde ayetler inecektir. Nitekim, kaynaklara bakılırsa, öyle de olmuştur. Yeniden bir ilahi kitap ve peygamber gelmeyeceği, Kuran’ın ve İslam’ın bütün insanlığa ve çağlara hitap ettiği de genel bir kabuldür. Tekrar önceki cümleye, yani yerelliğe dönelim: Tanrı (Allah), Kuran’ı bütün insanlara göndermişse, onlara, aynı zamanda, Arap (Mekke) kültürünü mü vaz etmektedir?! 7. yüzyıl Arap kültürü, gelenekleri, değer yargıları (ilaveten Yahudi "katkıları"), Kuran indikten itibaren evrensel ve çağlarüstü mü olacaktır/olmuştur?! Cevap evet ise, Arapça Kuran’ın (hatta Arapça’nın) kutsal/ilahi kabul edilmesi, ve mesela kutsaldır diye Arap isimleri koyulması vs. gayet mantıklıdır. Ancak akıl yürütme, pek çok gerekçe nedeniyle, cevabın hayır olması sonucuna götürüyorsa, bu, İslam’ın lokal bir din olduğu anlamına gelmektedir. Yereldir; ve değil yüzlerce/binlerce yıl sonrasına hitap etmek, o bölgenin, devletin 10 yıl sonraki sorunlarına dahi cevap verememiştir!
Not. Kimi Müslümanlar, Kuran sadece bir yöreye/bölgeye has, o günün toplumuna hitap ediyor, o çağda bilinenlerle mücehhez babındaki yoruma/tespite, tabii ki öyle olacak, dönemin ve bölgenin insanlarının anlamaları için bildikleri/duydukları/ yaşadıkları konuları içerecek, diye cevap verirler. Aynı Müslümanlar, aynı zamanda, aynı ayetleri çağlarüstü olduğunu, bütün insanlara hitap ettiğini kabul ederler. Bu ne tutarsızlıktır!

SEMBOLLER ÜZERİNE ÇATIŞMA


Türkiye’deki çatışmaların semboller üzerinden olduğu söylenir(1). Doğrudur. Ben şekil savaşıdiye niteliyorum.(2) Son onyıllarda bu savaşın enstrümanı kadındır, onun giydikleri/giymedikleridir! Bir tarafta başörtülü öteki tarafta modern kadın. Biri geleneksel İslam’ın, öteki Kemalizm’in şekli. Bağlılarına hiçbir derinlik sunamayan, yüzeysel-kalıpçı ikiinanç: İslam ve Kemalizm!
(1) Bkz. Türk Grup Davranışı, Erol Göka
(2) Perde gerisinde başka planlar, savaşlar, hesaplaşmalar olduğu, başörtüsü/türban geriliminin onları kamufle etmek için sürdürüldüğüne ilişkin görüşler vardır.
Not. Başörtüsü takma/taktırma duyarlılığı, erkeklerdeki, ihtilam olunca boy aptesti alma/aldırma hassasiyetine benzer! Din büyüklerine, kendilerinin eseri olan erkeklerin sözkonusu hassasiyetinin hiçbir halta yaramadığı, başörtüsü duyarlılığının da aynı akıbete uğrayacağı söylenmelidir! Elbette, onlara söylemek yararsızdır; onları dinleyen Müslümanlara açıklanmalıdır!

SUFİ ve CENNET


Yunus Emre, cennet cennet dedikleri üç beş köşkle üç beş huri, isteyene ver onları, bana seni gerek seni, der. Kadın evliya Rabia (hatun) ise şöyle söylemiş: Tanrıma, hizmetinin karşılığında ücret bekleyen bir işçi gibi hizmet etmek istemiyorum. İster cennete, ister cehenneme atsın, umurumda değil. Neyi uygun görüyorsa, hiç itiraz etmeden oraya giderim. Yeter ki sürekli onu içimde hissedeyim; onun sevgisinden mahrum kalmayayım. (Halife) Ebubekir’e atfedilen şu söz ise, yukarıdakiler gibi kişisel değil toplumsaldır: Allah (c.c) benim vücudumu o kadar büyütsün ki , cehennemi doldursun da hiç bir kafir (insan) girmesin! (Sözün, kafir (insan) yerine, Müslümanın geçtiği varyantı vardır!)
Kuran’da, inanan ve doğru işler yapanların, öldükten sonra mükafaten yerleştirilecekleri cennetler ve oralardaki nimetler anlatılır: Süt, bal, şarap akan ırmaklar, köşkler, meme uçları yeni olgunlaşmış esmer kızlar(1), oğlanlar (gılman) (2). Yüzyıllardır, samimiyetle inanan Müslümanlar, ki onlar dünyada kimseden hiçbir menfaat gözetmemiş, sade yaşamış, insanlara maddi ve manevi katkılarda bulunmuş vb. insanlardır; imanlarına, Allah’a bağlılıklarına, onun emirlerine göre yaşamalarına karşılık olarak kendilerine cennet sunulacak olmasını adeta hakaret telaki etmişlerdir. Yukarıdaki sözler, bence, buna delil olan sadece üç örnektir.
(1) İnternette biri, ben sarışın-mavi gözü bir hatun istesem, illa esmer mi verilecek, diye soruyordu!
(2) Oğlanların kadınlar için hazırlandığına dair yorumlar duyuluyor (Çünkü, artık 21. yüzyıldayız, okuyan, çalışan kadınların sayısı çok arttı!). Ayetlerden cennette eşcinselliğin/oğlancılığın (ve sübyancılığın) helal olacağı sonucu çıkarılabilir ama kadınlaragenç erkekler verileceği yorumuna ancak gülünür!
Not. Düşünen Müslümanlar, ibadet ve iyilik karşılığında cennet nimetleri formatına ilişkin rahatsızlıklarını gidermede, Allah’ın rızası/hoşnutluğu formülünü de kullanırlar...

Kaynak: http://www.agnostik.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder